Tevhid, yüce Allah'ın, kişinin düşünce, söz ve davranışları üzerinde tek ilah, tek rab, tek hakim ve tek otorite olmasıdır. Bu öyle ki, tevhid inancına sahip olan bir kişinin itikadi hiçbir konuda ve hiçbir şekilde iman ettiği esasların dışında düşünmemesini, konuşmamasını ve hareket etmemesini gerektirir. Aksi halde tevhid inancı zedelenmiş olur.
Düşünce, söz ve davranışlar üzerinde Allah’a rağmen başkalarına söz hakkı ve hükmetme yetkisi vermek, Allah’a rağmen hükmedenleri meşru/müsbet görmek ve sevmek apaçık şirktir. Kişi, hayatını İslam’a göre yaşamıyorsa ameli şirktedir; İslam’a göre konuşmuyorsa sözel şirktedir; tevhidi esaslar doğrultusunda mücadele etmeyi düşünmüyorsa ya da düşünce planında başka kişi ve ideolojilere yer veriyorsa düşünsel şirktedir.
Tevhid; kainatta var olan her şeyin tek güç tarafından idare edilmesi, tek rab tarafından rızıklandırılması, her şeye tek ilah tarafından düzen verilmesi ve varlıklar arasındaki ilişkilerin tek melik tarafından organize edilmesidir. Yani tevhid; idarenin, rızkın, düzenin ve organizenin tek ilah tarafından gerçekleştirilmesidir. Yüce Allah (cc), insanların kendi zatını en iyi şekilde tanımaları için onlara vahyi esasları indirmiş, tevhidi nasıl sağlayacaklarını ve birbirleriyle nasıl ilişki kuracaklarını apaçık bir şekilde bildirmiştir.
Vahyi esaslar insanların düşünce, söz ve davranışlarının, hayat ve kainat bütünlüğüne uygun olmasını ve bu bütünlük içinde yerini almasını sağlayan sistematik bildirilerdir. Kainattaki tüm varlıklar, yaradılış gayelerine uygun hareket ederek gerek kendi içlerindeki ilişkilere ve gerekse diğer varlıklarla olan ilişkilerine kainattaki bütünlük içerisinde devam etmekte, var olan uyumu bozmamakta ve kendilerini yaratan yüce Allah’a kendi hal dilleriyle şükretmektedirler.
“Göklerde ve yerde kim varsa hep O’nundur. O’nun yanında bulunanlar, O’na kulluk etmekten büyüklenmez, yorulmazlar.” (Enbiya 19)
“Göklerde ve yerde bulunan gerek canlılardan, gerek meleklerden hepsi Allah’a secde ederler. Onlar asla büyüklenmezler. Üstlerindeki Rab’lerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi yaparlar.” (Nahl 49-50)
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız. O, halimdir, gafurdur.” (İsra 44)
İnsanı kainat bütünlüğü içinde sonradan yaratan yüce Allah (cc), ona bu bütünlük içinde nasıl hareket edeceği ile ilgili esasları bildirmiş, bu esaslara uyması halinde de onun dünya ve ahirette mutlu olacağını ve kurtuluşa ereceğini belirtmiştir. Kainattaki her şey, bir bütünlük içinde kendilerini yaratan Rab’lerine kulluk etmekte ve Rab’lerini tesbih edip yüceltmektedirler. Yüce Allah (cc), kainat ve hayat içerisinde insana ayrı bir değer vermiş ve insana vahiy göndererek onu şereflendirmiştir.
İnsanın Vahiy ile Yücelmesi
Yüce Allah (cc), insanı en güzel bir biçimde yaratmış, vahyini göndererek onu yüceltmiş ve bu vahiyle onun hareket stratejisini belirleyerek göklerde ve yerde bulunan her şeyi insanın emrine vermiştir; ki insan, kainat ve hayat bütünlüğüne uygun hareket etsin, Rabb’ini tesbih edip yüceltsin, itaat ve kulluğunda sürekli olsun...
Hayat ve kainat içerisinde var olan uyumu bozan tek varlık insandır; insan, daha ilk yaradılıştan hemen sonra kendisine bildirilen esasları terk etmiş, İblis olan şeytanın da teşviki ve vesveseleri ile Rabb’ine karşı ilk taşkınlığını yapmış ve ilk günahını işlemiştir. İşlediği bu suç yüzünden insanın (yeryüzünde bulunduğu bahçeden çıkarılarak) yeryüzüne açılmasından sonra yüce Allah (cc) insana, yeryüzünde uyacağı kuralları bildirmiş ve bu kurallar doğrultusunda hareket edilmesini istemiştir. Burada da insan, kendisine bildirilen kurallara aykırı hareket etmiş, kimi zaman bu kurallara direkt karşı çıkarak, kimi zaman da bildirilen vahyi esasları bulandırarak Rabb’ine karşı suç işlemiştir. Bunun üzerine ardı ardına resuller gönderilmiş, insanlardan vahyi esaslar doğrultusunda hareket etmeleri istenmiştir.
Değişik şekillerde vahyi esaslara karşı çıkan insanlar, şu ya da bu şekilde şirk işlemişler ve Rab’lerine isyan etmişlerdir. Risalet tarihi, bir yerde tevhid-şirk mücadelesi tarihidir. Risalet önderi resuller, insanlara tevhidi esasları duyurmak, insanların bu esasları kabul etmelerini sağlamak ve şirkten kaçınmalarını bildirmek için mücadele etmişlerdir.
Yaşadığımız zaman dilimi, tevhidi esaslara davet etme ve İslam’ın bildirilerini insanlara duyurma konusunda en karanlık dönemini yaşamaktadır. Bunun en büyük nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz ki, tevhid diyen ve tevhidi esasları sloganik olarak kullanan kimselerin, iman ettiklerini iddia ettikleri esaslar doğrultusunda hareket etmemeleri ve kendilerini İslam’a nispet eden bazı kesimlerin, bunun zıddına hareket etmeleri gerçeğidir. İslamcı müşriklerin, küfrün şirk kurumlarını kullandıklarını iddia ederek orada bulunmalarını, bir yerde anlamak mümkündür. İmanlarına şirk bulaştırmış bu kimseler, yüreklerindeki dünyevi korku ve endişeler ile tevhidi esaslara gereğince iman etmemiş olmaları nedeniyle küfrün şirk kurumlarına girmektedirler... Ancak tevhidi esaslara gerçekten iman ettiklerini söyleyen müslümanların, iman ettikleri tevhidi esaslar doğrultusunda hareket etmemelerini ve bu ilahi esasların kendilerinden istediği vahdeti sağlamaya çalışmamalarını anlamak mümkün değildir.
Müslümanlar Arasında Birliğin Sağlanması
Günümüzde, tevhidi esaslara iman eden kimselerin vahdeti oluşturmak için çaba sarf etmemeleri ve birey olarak yaşamaları, Kuranı Kerim'in kabul etmediği bir durumdur. Yüce kitabımız, müslümanların vahdeti nasıl sağlayacaklarını çok açık bir şekilde ortaya koymuş ve müslümanların bu bildirilen esaslar doğrultusunda hareket etmelerini istemiştir. Ancak bu ilahi duyuruyu okuyan ve tevhidi esaslara iman ettiklerini söyleyen kimseler vahdeti oluşturma endişesinden oldukça uzaktırlar.
Kuranı Kerim, hitaben “Ey iman edenler” mealindeki ifadesi ile müslümanlara çoğul olarak seslenmekte ve onları ancak cemaat olarak muhatap almaktadır. Bu nedenle, vahyi esaslar doğrultusunda vahdeti sağlamayan müslümanlar, Kuran’ın hitabına mazhar olamayacakları gibi, aynı zamanda yüce Allah (cc) katında sorumludurlar da... Tevhidi esaslara iman eden kimseler, yüce Allah’ın hitabına muhatap olmak ve sorumluluktan kurtulmak istiyorlarsa, mutlak anlamda vahdeti oluşturmak ve cemaat olmak zorundadırlar.
Kuranı Kerim, yüce Allah’ın rahmetinin cemaat üzerinde olduğunu ve ancak bunların kurtuluşa ereceklerini bildirmektedir. Vahdeti oluşturmayan müslümanlar yüce Allah’ın rahmetinden uzak olacakları için, ne yaparlarsa yapsınlar, kurtuluşa eremeyeceklerdir. Yüce Allah (cc), Kuranı Kerim'de müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin nasıl sağlanacağını çok açık bir şekilde bildirmiş, müslümanların da bu bildirilenler doğrultusunda hareket etmeleri halinde vahdeti sağlayacaklarını belirtmiştir. Yüce Allah (cc) müslümanların vahdeti nasıl sağlayacaklarını, aşağıda maddeler halinde belirtileceği üzere, belli aşamalar halinde ortaya koymuştur:
Birinci Aşama: İslami Hassasiyetin Birey Olarak Ortaya Konması
Müslümanlar öncelikle bulundukları yerlerde İslami hassasiyetlerini en iyi şekilde ortaya koyacaklar, İslami kimliklerine yaraşır bir yaşantı sürecekler ve daha sonra da İslami esasları insanlara duyuracaklardır. Bununla beraber çevrelerinde kendileri gibi tevhidi esaslara iman eden ve İslami bir kimlikle hareket eden; söylemlerinde, eylemlerinde, tavır ve davranışlarında net ve açık olan müslümanları arayıp bulacaklar ve onlarla beraber bir birliktelik oluşturacaklardır.
“Her ümmetin yöneldiği bir yönü vardır. O halde hayır işlerine koşun; nerede olsanız, Allah sizi bir araya getirir, kuşkusuz Allah, her şeyi yapabilir.” (Bakara 148)
Hayır işlerine koşanlar mealindeki ifade, iyiliği emredip kötülükten men ederek İslam’a davet etmektir, yani İslami davetin yapılmasıdır. Nitekim Ali İmran suresi 104. ayette bu gerçek şu şekilde açıklanmıştır:
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran 104)
Bulundukları yerlerde İslami kimliklerini kuşanan ve vahyi esasları Peygamberi bir metodla insanlara ulaştırmaya çalışan Müslümanları, yüce Allah (cc) mutlaka bir araya getirecektir. Bu, yüce Allah’ın vaadidir ve yüce Allah (cc) vaadine sadıktır. Şayet bir yerde bir Müslüman varsa ve tek başına ise, bu demektir ki bu kişi, vahyi esasların kendisinden istediği İslami kimliği henüz tam kuşanmamıştır.
Bugün bulundukları yerlerde diğer tevhidi müslümanlarla bir araya gelmeyen kimseler, öncelikle kendilerini gözden geçirmeli ve eksiklerini bir an önce gidermelidirler. Aksi halde onların bu durumları İslami olmadığı ve bu halleri ile yüce Allah’ın hitabına mazhar olamayacakları için, bu kimseler sorumlu olacaklardır. Bu ise büyük bir hüsrandır. Çünkü diğer Müslümanlarla toplu olarak Allah’ın ipi olarak belirtilen vahyi esaslara sarılmayanlar, ateşten bir çukurun kenarında bulunuyorlar demektir. Ateş çukuruna düşmemenin çaresi ise, tevhidi düşünen müslümanlarla vahdeti oluşturmaktır.
“Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalplerinizi uzlaştırdı. O'nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz.” (Ali İmran 103)
İkinci Aşama: Vahdeti Oluşturmak, Cemaatleşmek
İslam dini tevhidi esasların, gerektiği gibi ve Rabb’imizin rızasına uygun olarak yerine getirilebilmesinin yolunun cemaatleşmekten geçtiğini ortaya koymakta ve müslümanların buna uymasının imani bir zorunluluk olduğunu belirtmektedir. İbadetlerin tam olarak yapılabilmesi, davetin en ideal şekilde ortaya konulabilmesi ve tevhidi esasların toplum hayatına hakim olabilmesi için cemaatleşme, İslam’ın olmazsa olmaz şartıdır.
Gerek iman eden bireylerin kurtuluşa erebilmeleri ve imanlarına şirk unsuru karıştırmamaları, gerekse yüce Allah’ın rızasının kazanılabilmesi için Müslümanların vahdeti oluşturarak cemaatleşmeleri bir zorunluluktur. Bu nedenle yüce Allah (cc) müslümanlardan cemaatleşmelerini istemektedir.
“Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın (..)” (Ali İmran 103)
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş tuğlalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Saff 4)
Vahdeti oluşturarak cemaatleşmek, yüce Allah’ın emri olan farz bir yapılanma, bir bütünleşme ve bir organizasyondur. Sorunların süratle çözümü, davetin insanlara daha sağlıklı bir şekilde ulaştırılabilmesi, insanların Müslümanlara güvenebilmesi, emperyalizm tarafından ezilen, sömürülen, horlanıp aşağılanan insanların kurtarılması ve aç bırakılıp köleleştirilen yoksunların korunması ancak tevhidi esaslar doğrultusunda bütünleşmiş İslami bir cemaatleşmenin varlığı ile mümkündür.
Ferdi ve fevri olarak yapılan her hareket etkisiz, eksik ve yetersizdir. Oysa cemaatleşme sonucunda yapılan her hareket etkili, güçlü ve yeterlidir. Bu nedenle bütün risalet önderleri davetlerini ortaya koyarlarken, hemen akabinde insanları kendi etraflarında toplanıp cemaatleşmeye davet etmişlerdir.
“Allah'tan korkun ve bana itaat edin.” (Şuara 108)
Müslümanlar yüce Allah’ın rızasını temel ilke edinerek cemaatleşmelidirler. Bu temel ilke, yapılanmanın merkezi ve müslüman bireyler için yegane ölçü olmalıdır. Cemaat bireyleri, İslam cemaatinin kendilerine yüklediği sorumluluk duygusu ile hareket etmeli, hiçbir şekilde sorumluluktan kaçmamalı ve bu sorumluluğun gereğini yapmanın ibadet olduğunu bilmelidirler.
Cemaat içerisinde yer alan bireyler, cemaatin menfaatlerini bireysel menfaatlerin üzerinde tutmalı, münferit sorunları ve tali konuları, esas olan cemaatleşmenin önüne almamalıdırlar. Unutulmamalıdır ki cemaat tüm toplumun çatısı, muhafaza eden şemsiyesi ve koruyucu yapısıdır. Bu yapıyı yıkmaya çalışmak ve burada huzursuzluk çıkarmak, yüce Allah’ın emrine karşı çıkmak ve O’na isyan etmektir. Yüce Allah (cc)’ın rahmeti birey olarak yaşayanların üzerine değil, cemaat içerisinde yer alan bireylerin üzerindedir.
“İnanan erkekler ve inanan kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten menederler, namazı kılarlar, zekatı verirler, Allah'a ve Elçisine itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 71)
Yüce Allah (cc), topluma iyiliğin emredilmesinin ve kötülüklerin giderilmesinin ancak müslümanların birbirleriyle velayet hukukunu oluşturmaları ile mümkün olduğunu ve rahmetinin de ancak bunlar üzerinde olacağını bildiriyor.
Yüce Allah’ın rahmetine mazhar olmak isteyenlerin iman ettikten sonra yapacakları ikinci iş, tevhidi esasları ilke edinen müslümanlarla velayet hukuku oluşturup cemaatleşmeleridir. Bunun dışında herhangi bir yol tutmaları onları yüce Allah’ın rahmetinden uzaklaştıracak ve sorumluluk altına sokacaktır.
Müslüman kadın ve müslüman erkeklerin şu hususu çok iyi bilmeleri gerekmektedir: İmandan sonra yapılması gereken zorunlu bir görev olarak, kendileri ile aynı inancı taşıyan insanları bulup onlarla tevhidi esaslar doğrultusunda İslami bir yapı oluşturmak ya da böyle bir yapı varsa o yapı içerisinde yer almaktır. Çünkü cemaatsiz bir hareket yok olmaya mahkum olduğu gibi, cemaatsiz bir kimse de -bugüne kadar birçok örneği görüldüğü üzere- tevhidi esaslardan uzaklaşarak sapar gider.
Üçüncü Aşama: Velayet ve Sırdaşlık Hukukunu Oluşturmak
Birinci ve ikinci aşamada, İslami hassasiyetini ortaya koyan ve diğer müslümanlarla cemaatleşen müslüman bireyin, üçüncü aşamada diğer müslümanlarla velayet ve sırdaşlık hukukunu oluşturma zorunluluğu vardır. Bu, yüce Allah’ın iman eden bireyden istediği ve iman eden bireyin uymak zorunda olduğu bir emirdir; aynı zamanda bireyde imanın olgunlaştığının da göstergesidir.
“Yoksa siz, Allah içinizden cihad eden ve Allah'tan, Elçisinden ve müminlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyenleri bilmeden, bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.” (Tevbe 16)
“Sizin veliniz, ancak Allah, Elçisi ve namazlarını kılan, zekatlarını veren, rüku'a varan müminlerdir.” (Maide 55)
Velayet ve sırdaşlık hukuku, müslüman bireylerin kaynaşmasını sağlamakta ve samimiyetlerini ortaya koymaktadır. En önemlisi de, tevhidi gerçekten kabullenip kavradıklarını göstermektedir. Velayet ve sırdaşlık hukuku, müslüman bireyin tevhidi, sözel olarak kabul ettiğinin en güzel göstergesidir.
Yazının girişinde “Yüce Allah'ın, kişinin düşünce, söz ve davranışları üzerinde tek ilah, tek rab, tek hakim ve tek otorite olmasıdır.” şeklinde tanımlanan tevhidin başka bir ifade şekli ve daha geniş bir tanımına göre, Müslüman bireyin ilk aşamada samimiyetini ortaya koyması ve tevhidi esasları birey olarak yaşamasının yanında insanlara hakkı tebliğ etmesi, onun düşünce planında tevhidi kabul ettiğini gösterirken; diğer Müslümanlarla cemaatleşmesi de onun hareket planında tevhidi kabul ettiğini ortaya koymaktadır. Müslüman bireyin, sözel olarak tevhidi kabulü ise, velayet ve sırdaşlık hukukunu oluşturmasıdır.
Müslüman kişiler, tevhidi esasların kendilerinden istediği üç aşamayı da mutlak anlamda gerçekleştirmelidir. Tevhidi esaslar doğrultusunda yukarıda sıralanan üç aşama tam olarak gerçekleştirilmediği sürece, bireysel olarak İslami daveti ortaya koymak mümkün değildir. Yüce Allah (cc), İslami davetin, ancak son aşama olan velayet ve sırdaşlık hukukunun oluşturulmasından sonra yapılabileceği ile ilgili bizlere Ashabı Kehf’i örnek olarak vermektedir.
“Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar, Rab’lerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık. Kalplerini bağlamıştık; kıyam ettiler, dediler ki: ‘Rabb’imiz göklerin ve yerin Rabb’idir. Biz O'ndan başkasına ilah demeyiz, yoksa saçma söylemiş oluruz.’ Şunlar, şu kavmimiz, O'ndan başka ilahlar edindiler. Onların ilah olduğuna açık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?” (Kehf 13-15)
Ashabı Kehf, İslami davetin ne zaman ve nasıl ortaya konulacağının en güzel örneğidir. Kalpleri birbirlerine bağlanarak velayet ve sırdaşlık hukukunu oluşturduktan sonra kıyam ederek ilahi mesajı ortaya koyan Ashabı Kehf gençleri, Rab’lerinin övgüsüne mazhar olarak evrensel ve çağlarüstü Kuran’da Rab’leri tarafından zikredilmişlerdir. Bu, onlar için büyük bir saadet ve mutluluktur.
Ashabı Kehf gençleri bu yüce övgüye, tevhidi esaslar doğrultusunda hareket etmeleri sayesinde ulaşmışlardır. Aynı yüce övgüye mazhar olmak isteyen her Müslüman da onlar gibi velayet ve sırdaşlık hukukunu oluşturmak zorundadır.
Dünya üzerinde bugün, emperyalizm ve onun İslam toprakları üzerindeki yerli işbirlikçi kuklaları, Müslümanların, tevhidi esaslar doğrultusunda vahdeti oluşturmamaları için her türlü entrikayı çevirmekte ve müslümanların imanlarına şirk bulaştırmak için çalışmaktadırlar. İmanın hazzını gereğince tatmamış ve İslami bir kimlik ortaya koyma cesaretini göstermemiş bazı kimseler küfrün bu tuzağına düşmekte ve iman ettikten sonra topukları üzerinde gerisin geriye dönerek küfre ve şirke girmekteler...
Dünya üzerindeki mazlum toplumlar, müslümanların oluşturacakları İslami bir cemaate ve bir İslam devletine muhtaçtırlar. Onlar kendilerini, emperyalizmin ve onun İslam toprakları üzerindeki işbirlikçi kuklalarının zulmünden, ancak Müslümanların oluşturacakları bir İslam devletinin kurtaracağını biliyor ve bekliyorlar... O mazlum toplumların bu beklentilerini boşa çıkarmak hem onlara zulmetmektir, hem de emperyalizmin kanlı ekmeğine yağ sürmektir ki, buna sebep olanlar yüce Allah’a hesaplarını veremeyeceklerdir.
Sonuç olarak, müslüman olduklarını iddia eden kimseler, ya tevhidi esaslara yüce Allah’ın kendilerinden istediği şekilde teslim olarak şeriksiz bir şekilde iman edecekler ya da kanlı ekmeğine yağ sürdükleri emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri ile beraber, içerisinde ebedi kalmak üzere cehenneme gideceklerdir. İki yoldan birini seçmek, Müslüman olduklarını iddia eden kimselerin kendilerine bağlıdır ve karar da kendilerinindir...
Nureddin ÖZDEMİR
Ayrıca, Akide Serisi'nden "La İlahe İllallah İfadesi ile İlgili Hatalı Bir Anlayış" yazımızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.