Maide 44- Doğrusu biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat'ı indirdik. Kendisini Allah'a teslim etmiş peygamberler, yahudilere onunla hükmederlerdi. Alimler ve fakihler de Allah'ın kitabını hıfza memur oldukları için yine hükümlerini onunla verirlerdi. Hepsi de Tevrat'a şahittiler. İnsanlardan korkmayın, benden korkun, ayetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin; Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir.
Maide 45-Tevrat'ta onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse ona kefaret olur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerdir.
Allah'dan gelen her din, pratik bir hayat nizamı olarak gelmiştir. Beşeri hayatın yönetimi, tanzimi ve korunması için gelmiştir. Sadece kalblerde kuru bir akide olarak kalmak için gelmemiştir. Sadece ibadete ait alametleri için de gelmemiştir. İbadet ve akide, beşeri vicdanın terbiyesinde insan hayatı için mühim ve zaruri olmasına rağmen, beşer hayatının yönetimi, tanzimi ve korunması için kafi değildir. Bunlar; insanların, günlük hayatlarında kanun ve idareci hükmüyle bakacakları, aksine hareket ettiklerinde cezalandırılacakları bir nizam ve şeriatın ameli tatbikatına dayanmadıkça, hayat için bir değer ifade etmez.
Beşer hayatı; akideyi, ibadet usullerini, kanun ve nizamı aynı kaynaktan aldığı takdirde ancak istikamet bulur, huzura erer... O zaman idareci hareket ve gidişata hakim olabileceği gibi, sırlara ve vicdanlara da hakim olur. Ve insanlar dünya ve ahirette o nizamın kanun ve ölçüleriyle cezaya çarptırılırlar...
Fakat kalb ve ibadetlerin hakimiyeti Allah'a, kanun ve nizamların hakimiyeti Allah'dan başkasına verilir; ahiret cezası Allah'ın saltanatına, dünya cezaları da Allah'dan başkasının saltanatına havale edilir ve böylece kaynaklar taaddüt eder (çoğalır), saltanat ve hakimiyet dağıtılırsa bölünürse; beşer ruhu iki zıt hakimiyet, prensip ve nizam arasında sıkışıp kalır... İşte o zaman beşer hayatı fesada uğrar. Bu, Kuranı Kerim'in çeşitli münasebetlerle işaret ettiği korkunç bir fesattır:
"Göklerde ve yerde Allah'dan başka ilahlar bulunsaydı, gökler de, yer de fesada uğrardı (...)" (Enbiya 22)
"Hak onların heva ve heveslerine uysaydı, gökler de, yer de, içindekiler de fesat bulurdu.(...)" (Müminun 71)
"Son din işinde seni bir yol sahibi yaptık. Sen de ona tabi ol. Bilmeyen insanların heveslerine uyma." (Casiye 18)
Bundan dolayıdır ki, Allah'dan gelen her din, bir hayat nizamı olarak gelmiştir. Bu dinin bir köye, bir millete ve bütün bir beşeriyete gelmiş olması, neticeyi değiştirmez. Her gelen din; hayat için doğru bir tasavvur vücuda getiren akideyi ve kalbleri Allah'a bağlayan ibadet şekillerine ilave olarak pratik hayata hükmetmek için muayyen bir de şeriat getirmiştir. Bu üç unsur, Allah'dan gelen her dinin dayanağıdır. Ve Allah'ın dini hayat nizamı olarak kabul edilmedikçe, beşer hayatı asla istikamet ve kurtuluşa eremeyecektir. 1
Kuranı Kerim, ilk dinlerin de bu unsurları ihtiva ettiği çeşitli münasebetlerle belirtmektedir. Halbuki o dinler çok kere bir köye veya bir kabileye, onların tekamül merhalelerine (safha, aşama) uygun olarak gönderilmişti. Burada bu tekamül, üç büyük dinde arzediliyor: Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık...
Üzerinde bulunduğumuz ayet önce Tevrat'ı ele alıyor:
"Doğrusu biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat'ı indirdik."
Allah'ın indirdiği şekliyle Tevrat; İsrailoğullarına yol göstermek ve hayat yollarını, Allah'a ulaştıran, yollarını aydınlatmak için gönderilen Allah'ın kitabıdır... O; hem tevhid akidesini, hem çeşitli ibadet şekillerini, hem de kanun ve şeriatı ihtiva ediyordu:
"Kendisini Allah'a teslim etmiş peygamberler, yahudilere onunla hükmederlerdi. Alimler ve fakihler de Allah'ın kitabını hıfza memur oldukları için yine hükümlerini onunla verirlerdi. Hepsi de Tevrat'a şahittiler."
Allah Tevrat'ı, ihtiva ettiği ibadet ve akide unsurları ile sadece kalb ve vicdanları nurlandırıp hidayete erdirmek için indirmemiştir. Aynı zamanda Allah'ın nizamına uygun bir şekilde pratik hayata hükmedecek bir şeriat da ilave ederek yol gösterici ve nurlandırıcı olarak göndermiştir. Ve o şeriat, bu hayatı ilahi nizamın çerçevesi dahilinde koruyup gözetir. Kendilerini Allah'a teslim etmiş peygamberler de onunla hükmederlerdi. Zaten peygamberlerin kendilerinde hiçbir şey yoktu... Her şey Allah içindi ve O'nun eseriydi. Onların iradesi, hakimiyet ve saltanatları mevzubahis olmadığı gibi, uluhiyetin (ilahlık) herhangi bir özelliğini de iddia etmiyorlardı. Gerçek manasıyle İslam da budur zaten.
Onlar Tevrat ile Yahudilere hükmederlerdi. Esasen Tevrat, Yahudilerin hususi şeriatlarıydı. Keza yahudilerin alim ve hakimleri de onlara bu şeriatla hükmediyorlardı. Bu; onların, Allah'ın kitabını muhafazaya ve ona şahitlikte bulunmaya mükellef olduklarından, kitabullahın prensiplerine uygun olarak bu şahitliği hususi hayatlarında bizzat kendi nefislerinde eda ettikleri gibi, ilahi şeriatı ayakta tutarak kavimleri arasında da bunu eda ettiler.
Ayeti Kerime Tevrat bahsini bitirmeden, umumi olarak Allah'ın kitabı ile hükmetmeleri için sözü müslümanlara çeviriyor. Bu hüküm, insanların şehvetlerini, inatlarını, muharebelerini (savaş, mücadele), bu gibi durumlarda Allah'ın kitabını muhafaza etmek isteyen her ferdin vazifesini, bu vazifeyi edadan yüz çeviren veya o kitaba muhalefet edenlerin cezasını arz ediyor:
"İnsanlardan korkmayın, benden korkun, ayetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar kafirlerdir."
Yüce Allah bilir ki, Allah'ın indirdiği ile hükmetmek, her zaman ve her millette bazı insanların itirazına yol açacaktır. Bu bazı insanlar o hükmü beğenmeyecekler, kabul etmeyecekler ve ona teslim olmayacaklar... Bu hükümler Ekabir, zalim ve idareciler taifesinin itirazlarına sebep olacaktır. Çünkü bu hükümler, bu adamların iddia ettikleri uluhiyet iddiasını onlardan kaldırıp atıyor ve uluhiyeti sadece Allah'a tahsis ediyor. Onların, Allah'ın izin vermediği şekilde koydukları hükümlerle insanlara hükmetmek selahiyetini (yetki), teşri (kanun koyma, yasama) ve hakimiyet hakkını kendilerinden alarak, bunların gerçek sahibi olan Allah'a havale ediyor... Haram, zulüm ve sömürü esasına göre icrai faaliyet gösteren maddeperest insanlar da bu hükümlere itiraz edecekler. Çünkü Allah'ın adil şeriatı, onların zalim menfaatlerine yaşama hakkı vermez... Şehvetperestler, arzu ve heveslerine oyuncak olan haram zevklerin peşinde koşan ve ruhen çözülen insanlar da itiraz edecekler. Çünkü Allah'ın dini, bunun temiz olanını alacak, kalanını da muaheze edip (kınama, paylama) cezalandıracaktır... Hülasa yeryüzünde hayrın, adaletin, doğruluğun hakimiyetini arzu etmeyen kimseler, çeşitli yönlerden bu hükümlere itiraz edeceklerdir...
Yüce Allah bilir ki, indirdikleri ile hükmetmek, çeşitli cephelerden bu mukavemetleri (direniş) ortaya çıkaracaktır. Fakat onu muhafaza etmek ve ona şahit olmak isteyenler bu mukavemeti göğüslemeli, mal ve can hususunda gereken fedakarlığı göstermelidirler... İşte Allah, onlara (mealen) şöyle sesleniyor:
"İnsanlardan korkmayın, benden korkun."
Allah'ın şeriatını infazdan başka, insanlardan bir korkuları olamaz onların... O insanlar, ister Allah'ın şeriatına teslim olmayı kabul etmeyen ve uluhiyetin sadece Allah'a tahsisini reddeden zalimlerden olsun... İster Allah'a isyan ettiği halde Allah'ın şeriatını kendileriyle menfaatleri arasına sokmaya çalışan sömürücülerden olsun... Ve ister ilahi şeriatın hükümlerini ağır görüp gürültüler koparan o sapıtıcı, dalalete düşürücü kimselerden olsun... Bunların hiçbirinden korkuları yoktur onların! Onların hayatta ilahi şeriatın hükmünü devam ettirmekten başka hiçbir endişeleri yoktur!... Korkulmaya layık olan, sadece Allah'tır... Korku, sadece Allah'a karşı duyulmalıdır...
Yüce Allah, yine bilir ki, Allah'ın kitabını muhafaza etmek ve şahit olmak isteyen bazı insanlar da, dünya hayatına tamah ederler. Onlar Allah'ın hükmünü istemeyen hakimiyet, mal ve şehvet sahibi bazı insanları bulurlar da, şu dünya hayatına tamah ederek onların arzularını istismar ederek mallarını alırlar. Her zaman ve her mekanda bazı dini kendisine sanat edinmiş din adamları arasında bunun örneklerine tesadüf edildiği gibi, İsrailoğulları uleması (alimler, din bilginleri) arasında bunun gibi olaylara rastlanmıştı.
İşte Allah, onlara (mealen) şöyle nida ediyor:
"Ayetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin."
Bütün dünya hayatının mülkü olsa dahi, hakikatte her değer azdır... Makam, vazife, ünvan ve basit menfaatlere fazla bir şey ziyade etmezken, insan nasıl olur da, bunların karşılığında dinini satar? Ve mukabilinde cehennemi satın alır?!
Emanetçinin hiyanetinden daha büyük bir şenaat (kötülük, alçaklık) olamaz. Muhafız olmak isteyenlerin tefritinden daha adi ve şahit olmak isteyenlerin karıştırıcılığından daha büyük bir cinayet düşünülemez... Üstelik onlar "din adamları" sıfatını taşıyorlar. İhanet ediyorlar, ilahi hükümlerde tefrite başvuruyorlar ve onları karıştırıyorlar da Allah'ın indirdiği ile hükmetme işine son veriyorlar. İdarecilerin heveslerine alet olarak ilahi kitabın kelimelerini yerlerinden tahrif ediyorlar...
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir."
Şart ve cevabı umumi, böyle kati ve kesin bir hüküm... Zaman ve mekanın hududunu aşarak, herhangi bir nesil ve herhangi bir cemiyette Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen her ferde şamil (kapsayan) umumi bir kaide...
Bu ağır hükmün sebebini daha önce arzettik... Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek, uluhiyetin reddi demektir. Teşrii hakimiyet, uluhiyetin değişmez özelliklerindendir. Allah'ın indirdiklerinden başkasıyla hükmedenler, bir taraftan Allah'ın uluhiyetini ve uluhiyetin özelliklerini reddetmekte, diğer taraftan uluhiyet hakkını ve ona ait özellikleri kendi şahsı için iddia etmektedirler... Bu da küfür değilse, hangisi küfürdür? Dilden daha fasih olan fiil, küfrün emrine göre hareket ederken, dille İslam veya iman davasını ortaya atmanın ne kıymeti olur?
Bu umumi, kesin ve kati hükümde münakaşa, hakikatten kaçmaktan başka bir şeye yaramaz. Bu gibi hükümlerde tevile başvurmak, kelimeleri yerlerinden tahrif etmekten başka bir gayreti ifade etmez. Vazıh (açık seçik) ve açık ayetlerin tetabuk ettiği (uygun gelme) kimselerden Allah'ın hükmünü döndürmek hususunda bu münakaşaların hiçbir tesir ve kıymeti olamaz...
Kısas
Ayeti kerime, Allah'ın bütün dinleri hakkındaki bu esaslı kaideyi beyan ettikten sonra, hepsi de Tevrat'a şahit olan peygamberler alimler ve fakihler Allah'ın şeriatını hıfza memur olduklarını bilerek yahudilere hükmetsinler diye, Allah'ın indirdiği Tevrat'ın hükümlerinden bazı örnekler serdediyor (ileri sürmek):
"Tevrat'ta onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı ödeşme yazdık."
Tevrat'ın getirdiği bu hükümler, aynen İslam şeriatında da varlığını muhafaza etti ve kıyamete kadar bütün insanlığın şeriatı olan müslümanların şeriatının bir parçası oldu. Bu hükümler, ancak İslam diyarında tatbik edilebilir. Çünkü İslam diyarının hudutlarının haricinde bunları tatbik edecek islami bir idare yoktur. Fakat bunları tatbik etmek onların da iktidarı dahilindedir. Onlar da bu hükümlerin tatbik ve infazı ile mükelleftirler. Çünkü o, bütün insanlığın, bütün zaman ve mekanın şeriatıdır...
Bu hükümlere, İslam'da başka bir hüküm daha ilave edilmiştir:
"Kim hakkından vazgeçerse ona kefaret olur."
Tevrat'ta bu hüküm yoktu. Orada kısas mutlak olarak emredilmiş ve ne indirmek, ne de vazgeçmek diye bir selahiyet verilmemişti. Bundan dolayı kefaret de yoktu...
Burada kısas cezalarından bir nebze bahsetmek, herhalde münasip olacaktır.
Kısas hususunda ilahi şeriatın kabul ettiği ilk esas, eşitlik prensibidir... Kan ve cezada eşitlik... İlahi şeriattan başka herhangi bir sistem, makam, sınıf, nesep (soy), kan ve cinsleri farklı olmasına rağmen canı canla, yaraları misliyle ödeten bir eşitliği kabul etmemiştir...
Cana can... Göze göz... Buruna burun... Kulağa kulak... Dişe diş... Yaralara da karşılıklı ödeşme... Ne sınıf farkı, ne imtiyaz (ayrıcalık), ne idare eden, ne idare edilen bu kanundan yakasını kurtaramaz. İlahi şeriatın önünde hepsi de eşittirler... Hepsi de aynı nefisten yaratılmışlardır...
İlahi şeriatın getirdiği bu büyük prensip, gerçekten "insan"ın yeniden doğuşunun ilanıdır... Öyle bir insan ki, her fert eşitlik hakkının nimetlerinden faydalanıyor... Önce aynı şeriat ve aynı hükümle muhakeme edilerek, sonra aynı esas ve aynı değer ölçülerine göre kısas edilerek bu eşitliğin ameli vakıasını müşahede ediyor.
İslam, bu esası ilk ilan eden nizamdır... Ondört asırdır birçok beşer yapısı sistem gelip geçti, hatta kanuni nazariyat (teori) yönünden onun seviyesine yaklaşanlar bile görüldü... Fakat diğer taraftan bu nizamlar, ameli tatbikat yönünden, temsil ettikleri seviyelerin çok çok altlarına düştüler.
Yahudiler, kendi kitapları olan Tevrat'ta belirtilen bu büyük prensipten inhiraf etmişlerdi (dönme, sapma). "(...) Ümmilerin malını almakta vebal yoktur. (...)" (Ali İmran 75 meali) sözlerinde ortaya çıktığı gibi, sadece insanlar arasındaki meselelerde inhiraf etmediler. Daha önce geçen Beni Kureyza'nın zelili ile Beni Nadir'in azizi arasındaki meselede görüldüğü gibi bizzat kendi aralarında da haktan inhiraf ettiler... Nihayet Muhammed (A.S) geliyor ve onları eşitlik nizamı olan Allah'ın nizamına irca ediyor (çevirme, döndürme)... Zelil bırakılanların eğilmiş başlarını kaldırıyor, azizlerin seviyesine çıkarıyor.
Bu büyük esasa göre kısas, insana tecavüze veya yaralamak, kırmak gibi tecavüzlere teşebbüs eden kimseler için menedici ve koruyucu bir cezadır. İnsan, nefsinin bu vesveselerini, içgüdüsünün bu arzularını yerine getirmeden evvel birkaç defa düşünür ve görür ki, şayet birini öldürecek olsa, nesebine, sınıfına, makamına ve cinsine bakmadan aynı şekilde kendisini de öldürecekler... Yaptığı her işin karşılığını aynen görecek; birinin elini kesti ise, kendi eli de kesilecek... Başkasının ayağını kesti ise, kendi ayağı da kesilecek... Birinin gözünü, kulağını, burnunu veya dişini telef etti ise, telef ettiği uzvun mukabili olan kendi uzvu da telef edilecek... Fakat insan, bu cinayetlerin sadece hapisle cezalandırılacağını bilirse, mesele tamamen başka bir şekil alır. Bedendeki acı bünyedeki eksiklik ve yaratılıştaki çirkinliğin ıztırabı, hapis cezasının ıztıraplarından çok değişiktir... Hırsızlık cezasından söz ederken, buna da bir nebze temas etmiştik.
Bu büyük esas üzere kısas, fıtratı rahatlatan bir hükmü ifade eder. Nefisteki dalgalanmaları, kalbdeki yaraları gideren, kör bir gazabın ve cahiliyet hamiyetinin sebep olduğu azgın intikam heyecanlarını dindiren bir hükümdür... Bazı insanlar ölü için diyet, yaralar için bedel kabul eder ve anlaşır. Ama bazıları da sadece kısasla rahata erer.
İslam şeriatı, daima insan fıtratını düşünür ve kısası onun tabii bir hakkı olarak garanti eder... Fakat insanlardan müsamaha ve kısasa kadir olduğu halde affedebilme duygusuna sahip olmalarını arzu eder:
"Kim hakkından vazgeçerse ona kefaret olur."
Kim, nafile olarak kısastan vazgeçerse... İster öldürülen insanın velisi olsun, (Kısas yerine diyet almak veya hem diyet, hem de kısastan vazgeçmek valinin hakkıdır. Çünkü ceza ve af, onun arzusuna bırakılmıştır. Geriye idareciye, sadece katile tazir cezası verebilme selahiyeti kalıyor.) ister yaralanma hadiselerinde bizzat hak sahibi olsun, kısastan vazgeçerse... Evet, kim tasadduk ederse, günahlarına kefaret olur ve Allah, bu sebeple onun günahlarını siler...
Af ve müsamahaya çağıran, kalbleri Allah'ın af ve mağfiretine bağlayan bu davetin teşviki dahi bazılarını mali bedel tatmin edemiyor, kaybettiği değere karşı kısas bile onları teselli edemiyor... Katili öldürten maktulün velisi, bundan ne fayda görür? Veya kaybettiği şahsa karşı elde ettiği mali bedelin ne değeri olabilir? Ama bu, yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek ve cemiyetin emniyetini temin etmek içindir... Yine de nefislerde müsamaha etmeyen bir nokta kalır. Bu müsamaha, ancak kalbleri Allah'tan gelecek bir bedele bağlamakla elde edilir...
İmamı Ahmed rivayet ediyor ki: Bize Veki ve Yunus ibni İshak, Ebu Sufre'den tahdis etti: Ebu Sufre şöyle dedi: "Kureyş'ten bir adam, Ensardan birinin dişini kırdı da Muaviye'den yardım istedi. Muaviye; "Onu razı ederiz." dedi... Fakat dişi kırılan kısasta ısrar etti. Muaviye dedi ki: "Arkadaşımla meseleni hallet!" Orada oturan Ebudderda: "Resulullah'ın şöyle dediğini işittim"; diye karşılık verdi.
"Bir müslümanın vücudunun herhangi bir azasına bir musibet getirilir de bağışlarsa, Allah o sebeple onun derecesini yükseltir veya günahlarını bağışlar."
Ensardan olan adam o zaman dedi ki:
"İşte şimdi affettim."
İşte böylece adamın gönlü razı oldu, Muaviye'nin teklif ve ısrar ettiği mali bedele asla razı olmadığı halde, şimdi gönlü müsterih bir şekilde "affettim" dedi.
Bu; yarattığını çok iyi tanıyan nefislerinde taşıdıkları duygu ve düşünceleri çok iyi gören, kalblerini inceleyip onları razı edecek şeyleri, verilen hükme karşı kalbleri huzur ve itminana (gönül rahatlığı) erdirecek unsurları çok iyi bilen Allah'ın şeriatıdır...
Kuran'ın da hükmünü ifade eden Tevrat'taki ahkamın bu kısmı, böylece arzedildikten sonra umumi bir hüküm getiriliyor:
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerdir."
İfade umumidir, hususileştirmeye imkan yoktur. Fakat burada "zalimler" diye yeni bir vasıf karşımıza çıkıyor.
Bu yeni vasıf, daha önce geçen "kafirler" vasfından ayrı bir şey değildir. (bkz. Maide 44) Ancak Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenlere yeni bir sıfatın ilave edildiğini ifade eder. O insan; Allah'ın uluhiyetini reddetmesi, kulları için teşri hakkını sadece O'na tahsis etmesi ve uluhiyet hakkı ile insanlar için teşri hakkına bizzat kendisi sahip çıkması sebebiyle kafirdir... İnsanlara, Rablerinin kurtuluş ve felaha (selamet, mutluluk) götürücü şeriatından başka bir sistemi getirmesi sebebiyle de zalimdir... Kendisini tehlikelere atmak, küfür cezalarına maruz bırakmak ve kendisi de dahil olmak üzere bütün insanların hayatını fesada arzetmek sebebiyle, bizzat kendi şahsına bile zulmetmiştir.
Bu, isnad edilen vasfın aynı olduğunu ve (mealen) "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse" şeklinde serdedilen şart fiilinin ve buna verilen cevabın aynı olduğunu gösterir... Birincisine (mealen) "kafir" derken ikincisine (mealen) "zalim" denmesi, ilk şartın cevabına yapılan bir ilaveyi gösterir. Her ikisi de aynı şarta dayanır... O şart da (mealen) "men=kim" şeklinde mutlak ve umumi bir mahiyet arzediyor.
Seyyid KUTUB
1: Bkz. "İslam ve Medeniyetin Problemleri", "İstikbal İslamındır", "İslam Düşüncesinin Özellikleri"
Ayrıca, "Seyyid Kutub - Fi Zılalil Kuran - Maide Suresi Tefsiri 41-42-43" yazımızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.