Allah'ın Hakimiyeti (Giriş)
Bu bahis, İslam idare nizamının, islami akidenin en önemli meselelerinden birine temas etmektedir. Bu, daha önce geçen Ali İmran ve Nisa surelerinde halledilmeye çalışılan bir meseledir. Fakat aynı mesele burada kesin ve müekked (sağlam, kuvvetlendirilmiş) bir şekilde arzediliyor. Ayetler bu meseleye, sadece mefhum ve işaret yoluyla değil, lafız ve mana cihetiyle temas etmektedir.
Bu; idare, şeriat ve hüküm meselesidir. Bunların ötesinde de uluhiyet (ilahlık), tevhid ve iman meselesi bulunmaktadır. Mesele şu suale verilecek cevapla özetlenebilir:
Şeriat, idare ve hüküm; Allah'ın misakını, akidlerini ve ölçülerini muhafaza eden semavi din erbabına, bunları bildiren ilahi kitaplara ve onlardan sonra idareyi, onların hidayeti üzere yürüten idarecilere göre mi olmalı; yoksa bütün bunlar, değişen arzulara, ilahi şeriatın sabit bir aslına irca edilemeyen maslahatlara ve nesillerin, üzerinde anlaştıkları örf ve adete göre mi olmalıdır? Başka bir ifade ile: Yeryüzünde ve insan hayatında, uluhiyet ve rububiyet (rablık) Allah'a mı ait olmalı; yoksa bunların hepsi veya bir kısmı, insanlar için Allah'ın izin vermediği kanunları vazeden (koymak, tayin etmek) yaratıklardan birine mi verilmeli?
(Ayetlerden anlıyoruz ki:)
O Allah'tır; O'ndan başka ilah yoktur. O'nun insanlar için kanunlaştırdığı esaslar, kendinin uluhiyetini, insanların da ubudiyetini (kulluk), ona riayet etmelerini ve tatbikatını deruhte etmelerini (üstlenmek) icab ettirir. Onlar, yeryüzünde tatbiki zaruri olan, insanların sadece ona müracaat etmeleri icab eden, önce Peygamberlerin, sonra da idarecilerin kendisiyle hükmetmeleri gerekli olan kanunlardır.
Bu meselede asla müsamaha yoktur. Küçük bir nokta dahi olsa, bu meselenin hiçbir noktasından fedakarlık edilemez. Allah'ın izin vermediği küçük veya büyük herhangi bir meselede, bir toplumun üzerinde anlaşmasına veya bir neslin bir noktada birleşmesine itibar edilmez.
Mesele, iman ve küfür meselesidir. Yahut İslam ve cahiliyet; veya şeriat ve hevesler meselesidir. Bu meselede ne bir orta yol bulunabilir, ne de bir sulh ve mütareke imkanı olabilir! Müminler, ancak Allah'ın indirdikleriyle hükmeden insanlardır. Allah'ın indirdiklerinin hiçbir harfini eksiltmedikleri gibi, hiçbir noktasını da değiştirmeyenlerdir. Kafirler, zalimler, fasıklar ise; Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen insanlardır. İdareciler ya Allah'ın şeriatına tam bir bağlılık göstererek iman çemberinin içine girerler; veya Allah'ın izin vermediği başka bir şeriata bağlanarak kafir, zalim ve fasık olurlar... İnsanlar, aralarındaki meselelerde, hakim ve idarecilerde ya Allah'ın hükmünü kabul ederek mümin olurlar; veya mümin olma sıfatını kaybederler... Bu iki yolun ortası yoktur... Ne mazeret, ne hüccet, ne de maslahat diye bir delil mevzubahis değildir... Allah, insanların Rabbidir; İnsanların maslahatını herkesten iyi bilir... Ve şeriatını, insanların hakiki maslahatlarını gerçekleştirmek için koyar. O'nun hüküm ve şeriatından daha güzel bir hüküm ve şeriat olamaz... Hiç kimse; ben Allah'ın şeriatını terkediyorum, veya halkın maslahatını Allah'tan daha iyi görüyorum iddiasında bulunamaz... Dili veya fiili ile bunu diyecek olursa, iman çemberinin haricine çıkmış olur...
Bu bahisteki sarih ayetlerin halletmeye çalıştığı bu mesele, büyük ve önemli bir meseledir. Medine'deki Yahudilerin halleri ve münafıklarla olan anlaşmaları anlatılırken de bu noktaya temas ediliyor:
"Kalbleriyle inanmadıkları halde, ağızlarıyla "inandık" diyenler..." (Maide 41)
Keza Medine'de İslam devleti kuruluncaya kadar, Yahudilerin, Resulullaha karşı asla vazgeçmedikleri hile ve tuzakları anlatılırken de bu meseleye işaret edilir...
Bu derste ayetlerin akışı, önce şu hakikatı ortaya koyuyor:
Allah'dan gelen dinlerin hepsi; Allah'ın indirdikleriyle hükmetmenin kesin ve zaruri olduğunu, ilahi şeriatın hayatın her cephesinde tatbikinin gerekli olduğunu ve bu meselenin imanla küfür, İslam'la cahiliyet ve şeriatla ferdi hevesler arasındaki yolun ayırım noktası olduğunu sarahaten (apaçık) belirtir... Mesela Allah'ın indirdiği Tevrat, hidayet ve nur dolu bir kitaptı:
"Kendisini Allah'a teslim etmiş Peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Alimler ve fakihler de Allah'ın kitabını hıfza memur oldukları için yine hükümlerini onunla verirlerdi.." (Maide 44)
"Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken..." (Maide 43)
Mesela; Allah'ın, Meryem oğlu İsa'ya verdiği İncil:
"Meryem oğlu İsa'yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat'ı doğrulayarak gönderdik. İncil'i müttakilere öğüt ve yol gösterici olarak indirdik. İncil sahipleri, Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler..." (Maide 46-47)
Ve işte, Allah'ın Resulü Ekremine inzal buyurduğu Kuran:
"Kendinden önceki kitapları tasdik edici ve onlara şahit olan hak kitap..." (Maide 48)
Allah, Resulüne (mealen) buyuruyor ki:
"Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet; gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre onların heveslerine uyma!" (Maide 48)
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafir olanlardır." (Maide 44)
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zalim olanlardır." (Maide 45)
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasık olanlardır." (Maide 47)
"Cahiliyet devrini mi arzuluyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide 50)
İşte bu mesele, bütün dinlerde böylece belirtiliyor. Gerek idare edenler ve gerek idare edilenlerin, iman ve İslam'a girebilmelerinin şart ve sınırı tayin ediliyor. Bunun şartı; idarecilerin, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeleri, idare edilenlerin de bu hükmü kabul etmeleri ve diğer kanun ve hükümlere iltifat etmemeleridir...
Meseleyi bu şekilde vaz etmek (belirleme,ortaya koyma), çok önemlidir. Keza bu derece şiddet göstermek de, önemli sebeplere istinad eder... Gerek bu surede ve gerek diğer bütün Kuran ayetlerinde bu noktaya temas etmeye çalışılıyor ve bu hususun, vazıh ve açık bir şekilde belirtildiğine şahit oluyoruz.
Bu meselede, karşımıza çıkan mühim noktaların ilki, Allah'ın uluhiyetinin, rububiyetinin, beşeriyete ortaksız hakimiyetinin ikrarı veya reddidir... İşte bu noktadan, küfür veya iman, cahiliyet veya İslamiyet kaziyyesi (iddia, dava, mesele) ortaya çıkıyor...
Bütün Kuran, bu hakikatın beyanı ile doludur...
Yaratan Allah'dır... Halik O'dur... Kainatı ve insanı O yaratmıştır... Arzda ve semada olan her şeyi, insana O müsahhar (boyun eğdirilmiş) kılmıştır... O, yaratmak vasfında tektir. Az veya çok hiçbir hususta O'nun ortağı yoktur...
O, aynı zamanda Maliktir...Yaratandır ve yarattığının malikidir. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki şeyler Allah'ındır. O, malikiyyette tektir. Az veya çok hiçbir mülkte O'nun ortağı yoktur.
O, rızık verendir... Hiç kimse, kendini veya başkasını az veya çok herhangi bir şeyle rızıklandırmak imkanına sahip değildir.
O, kainatta ve insan üzerinde, yegane hakimiyet ve tasarruf sahibidir. Çünkü O; her şeyi yaratan, her şeye malik olan, her şeye rızkını verendir. O, yegane kudret sahibidir. O'nsuz ne yaratma, ne rızık ne menfaat, ne de zarar olamaz. O, şu kainattaki hakimiyetiyle de tektir.
İşte iman; bütün bu hususiyetlerin, uluhiyetin, mülkün, hakimiyetin Allah'a ait olduğunu ikrar; bu hususiyetlere sahip yegane mutlak varlık olduğunu ve bu hususta hiç kimsenin O'na ortak olmadığını ikrar etmektir. İslam ise; bu hususiyetlerin gerektirdiği şeylere itaat ve teslimiyettir. Uluhiyet, Rububiyet ve insan da dahil olmak üzere bütün mevcudata hakimiyetinde, Allah'ın tek ve ortaksız olduğunu kabul etmek, ilahi takdir ve şeriatında temsil edilen hakimiyetini itiraf etmektir. Allah'ın şeriatına teslim olmanın manası; her şeyden önce O'nun uluhiyetini, rububiyetini, hakimiyet ve saltanatını itiraf etmektir. Bu şeriata teslim olmamanın ve hayatın herhangi bir cephesinde O'ndan başka bir şeriata bağlanmanın manası ise; her şeyden önce Allah'ın uluhiyetini, rububiyetini, hakimiyet ve saltanatını kabul etmemektir. Bu teslimiyet veya ademi teslimiyetin (teslim olmama), dille veya fiille olması arasında fark yoktur... İşte bunun için buradan cahiliyet veya İslam, küfür veya iman meselesi doğuyor. Bunun için ilahi kelam, (mealen) şu ağır hükmü koyuyor:
"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafir olanlardır." (Maide 44)
"İşte onlar zalim olanlardır..." (Maide 45)
"İşte onlar fasık olanlardır..." (Maide 47)
İkinci mühim nokta; ilahi nizamın, diğer bütün insani nizamlara olan mutlak üstünlüğüdür. Bu üstünlük, bahsimizin son ayetinde (mealen) şöyle dile getiriliyor:
"Yakinen bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim vardır?" (Maide 50)
İçtimai hal ve tavırların bütünü hakkında ilahi şeriatın üstünlüğünün mutlak itirafı da, keza iman ve küfür meselesine girer. Hiç kimse, beşer yapısı olan bir nizamın, insani cemiyetlerin içtimai hal ve tavırları hakkında Allah'ın nizamından daha üstün veya ona mümasil (benzeyen) olduğunu iddia edemez... İddia edenler, sonra da kalkıp müslüman olduğunu ve Allah'a iman ettiğini söylerler... Hakikatte o, Allah'dan daha çok insan halini bildiğini meselelerin tedbir ve idaresinde Allah'dan daha sağlam bir yol tuttuğunu iddia etmektedir. Veya şu fikri ileri sürmektedir: Hayatın ahvali ve ihtiyaçları sürüp gidiyor; halbuki Allah bu nizamı koyarken, o ihtiyaç ve ahvali bilmiyordu, yahut biliyordu da ona münasip bir nizam koyamadı! Bu türlü davalarla iman ve İslam davası gerçekleşemez... Hatta dille, iman ve İslam'dan bahsetse dahi!
Bu üstünlüğün tezahürüne gelince; onu bütünüyle idrak etmek oldukça zordur. Çünkü ilahi şeriatın hikmeti, henüz hiçbir nesil tarafından bütünüyle anlaşılamamıştır. Anlaşılanları da burada zikretmek güçtür. Ancak bazı noktalarına işaret etmeden de yapamayacağız:
Allah'ın nizamı; beşer hayatı için mütekamil, şümullü (kapsamlı) ve metodlu bir nizamdır. Bütün hal ve şekilleriyle insan hayatının her cephesine ait değişikliğin, yönelişleri, nizam ve intizamı ilahi ölçülerle düzene sokar ve her sahaya temas eder.
O; insan varlığının ve insani ihtiyaçların hakikati, içinde insanın da yaşadığı şu kainatın hakikati, insana hükmeden ve iman varlığının hükmettiği kanunların tabiatı ile alakalı mutlak ilme istinad eden bir nizamdır... Bundan dolayıdır ki o, hayatın hiçbir meselesini ihmal etmez. İnsan unsurunun nevileri arasında yıkıcı bir çatışmaya sebep olmadığı gibi, bu unsurla kainat kanunları arasında da böyle bir çatışmaya yol açmaz. O ancak muvazeneyi (denge), itidali (ölçülülük), uygunluğu, nizam ve intizamı temin eder... Bunlar; meselelerin ancak zahirini bilen, ancak muayyen bir zamanda bazı cephesinden haberdar olan insanın meydana getirdiği nizamların ebediyen halledemeyeceği problemlerdir... İnsan yapısı nizamlar, beşeri cehaletin eseri ile yoğrulmuştur. Bu nizamların, çeşitli unsurların birbirleriyle yıkıcı bir çarpışmaya girişmelerine yol açmamasına ve bu çarpışmadan meydana gelen şiddetli sarsıntılara sebep olmamasına imkan yoktur. 1
İslam, mutlak adalete dayanan bir nizamdır... Şüphesiz Allah, mutlak adaletin ne ile ve nasıl gerçekleşeceğini hakkiyle bilir... Sonra O, bütün mevcudatın Rabbidir. Varlıklar arasında adaleti temin etmek kudretine sadece O sahiptir. Nizam ve şeriatını, her türlü heves, meyil ve zaafiyetten uzak olarak vaz etmek (koyma, belirleme) kudreti sadece O'nda vardır. Çünkü O, her türlü cehalet, kusur, tefrit ve haddi tecavüz gibi illetlerden müberradır (arınmış). İster bir fert, ister bir grup insan, ister millet, veya bütün bir beşer nesli tarafından meydana getirilmiş olsun, cehalet ve kusurla beraber, şehvet, meyil, heves ve arzularla yoğrulan insanın meydana getirdiği herhangi bir nizam ve şeriatta halli mümkün olmayan meseleleri sadece İslam nizamı halletmiştir... Bütün bu haller, insanın hevesler, şehvetler, meyiller, arzular, hatta cehalet ve kusurla dolu oluşu ve meseleleri her yönden mütalaa edebilmek (düşünme, inceleme) ve hatta bir nesildeki tek meseleye bile her cepheden bakabilmek imkanından aciz oluşu, beşeri sistemlerin nakıs (kusurlu, eksik) ve yetersiz olduğunun delilidir.
İslam, bütün kainat kanunlarına uygun bir nizamdır. Çünkü bu nizamın sahibi, bütün kainatın da sahibidir. İnsanın ve kainatın yaratıcısıdır. İnsan için vaz edeceği nizamı, kainat unsurunun nizamına uygun şekilde vaz eder. İnsanın, bütün kainat unsurlarına karşı bir hakimiyeti vardır. Yaratıcısının emriyle bunlar, insana müsahhar kılınmıştır. Ama onun hidayet yoluna girmek, bu unsurları ve onlara hükmeden kanunları bilmek şartıyle... İşte bundan dolayı insanın hareketi ile, içinde yaşadığı kainatın hareketi arasında bir nizam ve intizam teessüs ediyor (kurma). İlahi nizam, insan hayatını, kainata uygun bir tabiatla tanzim ediyor. Sadece kendi varlığı ve hem cinslerinin durumuna göre değil, kainat varlığına göre de ona şekil ve ruh veriyor. Zaten içinde yaşadığı şu geniş kainattaki eşya ve canlılardan ayrılma imkanı yoktur; öyleyse onlarla ahenkli ve dürüst bir münasebet kurulması gerekir.
Sonra... O; insanın, insana kulluktan kurtulup hürriyete erdiği yegane nizamdır... İslam nizamının dışındaki bütün nizamlar, insanın insana kulluğu esasına dayanır. Sadece İslam nizamıdır ki; insanları, kullara kulluktan kurtarıp, şeriki (ortağı) olmayan Allah'ın kulluğuna ulaştırır.
Daha önce de söylediğimiz gibi uluhiyetin en hususi özelliği, hakimiyet... İnsanlar için nizam vaz eden kişiler, bu özelliği kullanıyor ve kendilerini uluhiyet makamına oturtmak istiyorlar... Bu nizama tabi olan insanlar da, onların kuludur, Allah'ın değil! Bu insanlar, onların dinindedir, Allah'ın dininde değil!
İslam, nizam vaz etme hakkını sadece Allah'a vermekle, insanları, kullara kulluktan kurtarmış, sadece Allah'ın kulluğuna ulaştırmış ve insanın hürriyetini ilan etmiştir... Hatta insana yeni bir doğuş kazandırmıştır... İnsan, kendisi gibi insanların hakimiyetinden yakasını kurtarmadan, bu hususta bütün insanların, alemlerin Rabbi karşısında müsavi (eşit) olduğu şuuruna ermeden doğmamış ve dünyaya gelmemiş sayılır...
Üzerinde durduğumuz bahiste arzedilen ayetlerin halletmeye çalıştığı bu mesele, gerçekten akide meselelerinin en büyük ve en önemlisidir... Çünkü o, uluhiyet ve ubudiyet (kulluk)meselesidir... Adalet ve istikamet meselesidir... Hürriyet ve müsavat (eşitlik) meselesidir... İnsanın, hürriyetini elde edişi, hatta yeniden dünyaya gelişi meselesidir. 2
Cahiliyet, sadece tarihi bir devreden ibaret değildir. Herhangi bir müessese veya nizamda onun prensipleri mevcutsa, cahiliyet de mevcuttur. O; idare ve nizamı, Allah'ın beşer için vaz ettiği nizam ve şeriata değil de, beşeri arzu ve heveslere irca etmekten (dönmek, çevirmek) ibarettir. Bu arzu ve heveslerin; bir ferdin veya bir grup insanın, veya bir milletin, veya bir insan neslinin, veya bütün insanlığın arzu ve hevesini temsil etmesi asla neticeye tesir etmez... Madem ki Allah'ın nizamına bağlanmıyor; basit bir arzu ve hevesten ibarettir...
Bir fert, cemiyet için nizam vaz etse; bu, cahiliyettir. Çünkü o ferdin arzuları veya fikirleri kanunlaştırılıyor... Fark, sadece kelimelerde!
Bir sınıf, diğer sınıflar için nizam vaz etse; bu, cahiliyettir. Çünkü o sınıfın maslahatı veya manasız ve boş çoğunluğun fikri kanunlaştırılıyor... Fark, sadece kelimelerde!
Cemiyetteki bütün sınıfların temsilcileri birleşip nizam vaz etseler; bu cahiliyettir. Çünkü beşerin hiçbir zaman vareste olamadığı (kurtulamadığı) arzu ve hevesler ve beşeri cehalet; veya milletin görüşü kanunlaştırılıyor... Fark, sadece kelimelerde!
Bütün beşeriyet birleşip nizam vaz etseler; bu da cahiliyettir. Çünkü o milletlerin milli gayeleri veya devletler arası teşekkülün (oluşum) fikri kanunlaştırılıyor... Fark, sadece kelimelerde!
Fertlerin, cemaatlerin, milletlerin, nesillerin yaratıcısı herkes için nizam vaz ederse; o, Allah'ın nizamıdır... Orada hiç kimse başka birinin aleyhine olarak himaye edilmez... Ne fert, ne cemiyet, ne devlet, ne de herhangi bir nesil... Çünkü Allah, bütün mahlukatın Rabbidir ve O'nun huzurunda herkes müsavidir. Çünkü Allah bütün varlığın hakikatini ve maslahatını bilir. İnsanların maslahat ve ihtiyaçlarını ifrat ve tefrite varmadan gözetmek hususunda, hiç kimse Allah'ı geçemez.
Allah'dan başkası, insanlar için nizam vaz eder... Artık insanlar, kim olursa olsun kendilerine nizam vaz eden insanın kuludurlar... Bu nizam koyucu ister fert, ister bir sınıf insan, ister millet ve ister bütün milletler olsun, netice değişmez...
Allah, insanlar için nizam vaz eder.. O zaman insanların hepsi hür ve eşittir... Sadece Allah'a kulluk yapar ve sadece Allah'ın huzurunda başlarını eğerler...
İnsan hayatında ve bütün kainat nizamında bu meselelerin arzettiği ehemmiyet, buradan daha iyi anlaşılıyor...
"Hak, onların arzu ve heveslerine uysaydı, gökler de, yer de, içindekiler de fesada uğrardı. (...)" (Müminun 71)
Allah'ın indirdiklerinden başkasıyla hükmetmenin manası; şer, fesad ve sonunda iman dairesinin dışına çıkmaktır... Kuran böyle diyor...
Yahudiler ve Münafıklar
Maide 41- Ey peygamber, kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla "inandık" diyenlerle yahudilerden o küfr içinde koşuşanlar seni mahzun etmesin. Onlar, durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelemeyen diğer bir kavm hesabına casusluk edenlerdir. Yerli yerinde söylenen kelimeleri sonradan tahrif ederler, "size böyle fetva verilirse tutun verilmezse sakının" derler. Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte onlar Allah'ın kalblerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada zillet onlaradır. Onlara ahirette de büyük azab vardır.
Maide 42- Onlar yalana kulak verirler, haram yerler. Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Şayet kendilerinden yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adalet sahiplerini sever.
Maide 43- Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da seni hakem tayin ediyorlar ve sonra da bundan yüz çeviriyorlar? Onlar inanan kimseler değillerdir.
Bu ayetlerin, hicretin ilk senelerinde indiği ilk nazarda anlaşılıyor. Bu devrede (yani Ahzab harbinden ve Beni Kureyza Yahudileri Medine'den çıkarılmadan önce. Her ne kadar daha önce Medine'de Beni Nadir ve Beni Kureyza Yahudileri var idiyse de, bunların ilki Uhud harbinden sonra, ikincisi de daha önce çıkarılmışlardı.) Medine'deki Yahudiler, küfürlerine devam ediyorlardı. Yılanın, deliğe sığınışı gibi, münafıklar da onlara sığınıyorlardı. Gerek münafıklar ve gerek yahudiler, küfürde yarışa çıkmışlardı. Her ne kadar münafıklar ağızları ile; "biz iman ettik" diyorlar idiyse de, hakikat bunun aksine idi... Ve onların bu durumları, Resulullah'ı son derece mahzun ediyor, ona ıstırab veriyordu...
Yüce Allah, Resulünü teselli ediyor, onu sabra teşvik ediyor ve o insanların yaptıkları şeylerin basit olduğunu söylüyor. Müslümanlara da, her iki gruptan küfürde yarışanların hakikatını gösteriyor. Resulullahı, hüküm için insanlar kendisine baş vurduklarında müracaat edeceği bir nizama yöneltiyor... Hem de o insanlar, kendisine gelmeden önce, bizzat Resulullaha düşmanlık hususunda müşavere (istişare, fikir alışverişi) ettiklerini belirttikten sonra...
"Ey peygamber, kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla 'inandık' diyenlerle yahudilerden o küfr içinde koşuşanlar seni mahzun etmesin. Onlar, durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelemeyen diğer bir kavm hesabına casusluk edenlerdir. Yerli yerinde söylenen kelimeleri sonradan tahrif ederler, 'Size böyle fetva verilirse tutun, verilmezse sakının' derler."
Rivayet edilir ki bu ayetler, zina ve hırsızlık gibi birçok suçları irtikab eden (kötü iş yapan)yahudiler hakkında nazil olmuştur. Zina ve hırsızlık, Tevrat'ta cezaları belirtilen suçlardandır. Fakat yahudiler, bu hükümlerin gayrını iltizam (tercih) ettiler. Çünkü onlar, bu cezaları, başlangıçta eşrafa (ileri gelenler) tatbik etmek istemiyorlardı; ama sonra bütün cemiyete kıyasla bu cezalara hor bakmağa başladılar ve bu cezaların yerine, bazı tazir 3 cezaları koydular... (Tıpkı zamanımızda "müslümanım" diyen insanların yaptıkları gibi.) Onlar, Resulullah devrinde bu suçları işledikleri zaman, kötü niyetlerle Peygambere gelip fetva isterlerdi. Peygamber onlara, hafif tazir cezaları ile fetva verdiğinde, onu tatbik ederler ve bu, Allah indinde onlar için bir hüccet olurdu. Çünkü o fetvayı Resulullah vermişti!. Fakat Peygamber, onların ellerinde bulunan Tevrattaki hükme benzer bir hüküm verdiği zaman, o hükmü kabul etmezlerdi. Ayette belirtilen sözlerinden bu husus anlaşılmaktadır:
"'Size böyle fetva verilirse tutun, verilmezse sakının' derler."
İşte onların ciddiyetsizlikleri, sapık hevesleri ve Allah ile Peygamberinin arasındaki birbirine uymayan davranışları bu noktalara kadar varıyordu. Bu; zaman zaman her kitap ehlinin durumunu gösteren bir tablodur. Zaman geçiyor, kalbleri katılaşıyor. Kalblerdeki akidenin harareti soğuyor, ışığı sönüyor. Bu akideden, kanunlarından ve mükellefiyetlerinden kurtulmak, bir gaye haline geliyor. Bunlardan kurtulmak için birtakım vesileler, çeşitli "fetvalar" uydurmaya çalışıyorlar. Belki bir çare, bir imkan bulur da bu akideden kurtulurlar diye..
Bugün müslüman olduklarını söyleyen insanların halleri aynen böyle değil midir?
"Kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla 'inandık' diyenler..."
Müslümanlar da bugün dini emirlerin tatbik edilmemesi için fetva aramıyorlar mı? Dine, bazan, arzularını mübah görmesi ve arzularına muvafakat (uygunluk) göstermesi için baş vurmuyorlar mı?. Din hakkı söyleyip hakkı hükmettiği müddetçe ona ihtiyaçları yoktur...
"'Size böyle fetva verilirse tutun, verilmezse sakının' diyorlar."
Gerçekten durum bu!.. Belki de Yüce Allah, bundan dolayı, İsrailoğulları kıssasını bu derece geniş ve tafsilatla arzediyor... "Müslüman" nesilleri onlardan sakındırmak ve ayaklarının kaymaması için uyanık olmalarını temin etmek...
Yüce Allah, küfürde yarışan ve hakka karşı suikast istişareleri yapan insanların durumları hakkında Resulüne (adeta şöyle) buyuruyor: O küfr içinde koşuşanlar seni mahzun etmesin. Onlar fitne yoluna girmişler, fitne denizine batmışlardır. Onlara karşı senin elinden bir şey gelmez. Fitne içinde yuvarlanıp giderlerken, onları bu fitneden çevirmeğe, senin gücün yetmez:
"Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez."
O adamlar, kalblerini kirlettiler. Allah da onları temizlemeyi arzu etmedi. Onlar da ısrar ederek o habaset (habislik, kötülük) deryasına batıp gittiler:
"İşte onlar Allah'ın kalblerini arıtmak istemediği kimselerdir."
Allah, onları dünyada zilletle, ahirette de büyük bir azabla cezalandıracak:
"Dünyada zillet onlaradır. Onlara ahirette de büyük azab vardır."
Onlara karşı sen bir şey yapamazsın. Küfrettikleri için mahzun olma. Ehemmiyet verme...
Ayeti kerime sonra onların hallerini, ahlak ve gidişatlarındaki bozukluklarını açıklıyor. Bu açıklamayı, onlar, aralarında hüküm vermesi için Resulullaha baş vurdukları zaman Peygamberin onlara nasıl muamele edeceğini belirtmeden önce yapıyor:
"Onlar yalana kulak verirler, haram yerler. Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Şayet kendilerinden yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adalet sahiplerini sever."
Onların her zaman yalana kulak verdikleri tekrar tekrar belirtiliyor. Demek ki bu, onların başlıca özelliği imiş.. Ruhları, yalan ve batıl dinlemek için açılıyor, fakat doğruyu ve hakkı işitme anında da kapanıp kalıyor... Bu, fesada uğrayan kalblerin tabiatı ve sönüp giden ruhların adetidir. İnhiraf eden (Sapmak, değişmek) cemiyetlerde doğru ve hak sözden daha ağır, yalan ve batıl sözden daha sevimli bir şey olamaz... Bu melun devirde batıldan daha revaçta ve haktan daha çok gözden düşen bir şey yoktur...
İşte o adamlar... Yalana kulak veriyorlar... Haram yiyorlar... Ayetteki "suht" kelimesi, her türlü haramı içine alır... Faiz, rüşvet, fetva ve sözlerden alınan ücretler gibi... Halbuki her devirde Allah'ın nizamından inhiraf eden cemiyet ve fertlerin başlıca yedikleri bunlardı. Buna, bereketi kesip yok ettiği için haram ismi verilmiştir. İnhiraf eden cemiyetlerden bereketin zeval ve yokluğundan daha kötü bir şey olamaz. Biz bunu, Allah'ın nizam ve şeriatından yüz çeviren birçok cemiyetlerde gözlerimizle müşahade ettik.
Kendisine hüküm için geldikleri zaman nasıl hareket edeceğini Allah, Resulünün arzusuna bırakıyor. İsterse onlardan yüz çevirir; ona hiçbir zarar veremezler, isterse aralarında hükmeder. Hükmetmeyi tercih ederse, adaletle hükmetmesi lazım. Onların heveslerinin, küfürdeki yarışmalarının, gizli istişarelerinin tesirinde kalmaması şart...
"Çünkü Allah adalet sahiplerini sever.."
Bu gibi durumlarda Resulullah da, müslüman idareci ve hakim de, Allah'ın arzusuna göre hareket eder ve Allah için adaleti ayakta tutar. Çünkü Allah, adalet sahiplerini sever. İnsanlar zulmettiği, ihanet ettiği ve sapıttığı zaman, onlardan sadır olan işlerin tesirinde kalarak adalet tevziine (taksim, dağıtım, pay verme) baş vurmak, adalet değildir... Bütün bu tesirlerin üstüne çıkıp adaleti gerçekleştirmeli, çünkü Allah böyle istiyor... Bu, her zaman ve her yerde İslam şeriat ve hükmünde te'kiden (sağlamlaştırarak, pekiştirerek) belirtilen bir garantidir.
Yahudiler meselesindeki bu muhayyerlik (seçim serbestliği), bu hükmün ilk zamanlarda nazil olduğunu gösterir. Çünkü sonraları her türlü hükmün İslam şeriatına göre verileceği kesin olarak belirtilmiştir. Zaten "Darül İslam"da Allah'ın şeriatından başka bir nizam tatbik edilmez. Bütün "Darül İslam" ahalisi de, bu şeriatın esaslarına göre hükmolunmayı kabul etmişlerdir. Bununla beraber İslam yurdunda ve İslam cemiyetinde yaşayan ehli kitaba karşı, İslam özel bir prensip koymuş ve onların, kendi şeriatlarında varid olan hükümlerden ve onlara mahsus nizamdan başkasına mecbur edilmemesini istemiştir. Şeriatlarında mübah olan şeyler, kendilerine mübahtır. Domuz eti yemek, içki içmek gibi. Ama bunların, müslümanlara satışı yasaktır. Her türlü faiz muamelesi onlara da yasaktır. Çünkü şeriatları onu yasaklamıştır. Zina ve hırsızlık yapana cezası verilir. Çünkü kitaplarında bu cezalar mevcuttur. Umumi nizama karşı çıkmak ve yeryüzünde fesad çıkarmak suçlarında da tıpkı müslümanlar gibi cezalandırılırlar. Çünkü "Darül İslam"ın ve onun müslim-gayri müslim bütün ahalisinin emniyet ve selameti için bu zaruridir. Bu hususta, "Darül İslam" ahalisinden hiç kimseye müsamaha edilmez.
Hükmetmenin muhayyer kılındığı devrelerde yahudiler bazı meselelerini Resulullaha getirip kendisinden hüküm isterlerdi. Keza İmamı Ahmed'in ibni Abbas'dan rivayeti buna örnek teşkil eder:
"Allah bu ayeti, yahudilerden iki taife hakkında indirmiştir. Onlardan biri, cahiliyet devrinde diğerini mağlup etmişti. Nihayet şöyle bir anlaşma yapıp sulh oldular: Şerefli insanların öldürdüğü zelil bir adamın diyeti elli vesak, zelilin öldürdüğü şerefli insanın diyeti yüz vesak'tır. Bu anlaşma üzerinde idiler. Nihayet Resulullah geldi. Zelil biri, şerefli birisini öldürdü. Aziz, zelile yüz vesak göndermesi için adam yolladı. Zelil dedi ki:
'Aynı dine mensup iki kişinin, mahallesi bir, nesebi bir, memleketi bir olur da; bir kısmının diyeti diğerinin iki misli olur mu?'
Biz bunu size zulmünüzden dolayı veriyoruz. Ama Muhammed (A.S.) gelince size vermeyeceğiz bunu. Az kalsın aralarında bir harb patlayıverecekti. Sonra aralarında anlaşarak Hz. Peygamber'in hakem olmasına razı oldular. Sonra şerefli kitleye mensup olanlardan birisi dedi ki; vallahi Muhammed (A.S.) size onlara verdiğinizden farklı bir şey vermeyecektir. Doğru söylüyorlar. Bu farkı bize sadece bizim zulmümüzden ve kendilerinin mağlubiyetinden dolayı veriyorlar. Bir kişi gizlice gidip Muhammed (A.S.)in görüşünü öğrenerek bize bildirsin. Bizim istediğimizi verirse onun hakemliğini kabul ederiz. Şayet istediğimizi vermezse onu hakem seçmekten vazgeçeriz. Münafıklardan bir grubu gönderip Resulullah'ın görüşünü öğrendiler. Onlar huzuru Nebeviye gelince Allahü Teala aralarında geçen şeyleri Habibi Ekremine bildirdi ve şu ayeti celileyi inzal buyurdu: 'Ey Peygamber küfre koşuşanlar seni üzmesin...'
Allah, bu ayeti onlar hakkında inzal buyurdu. Ve fiilen onları kasdetti bu ayeti kerime ile. İbni Cerir'de bir rivayetle bu hadisedeki şereflilerden maksat 'Beni Nadir' kabilesi olduğunu, zelillerden murad da 'Beni Kureyza' olduğunu zikreder.
Ayeti kerime, yahudilerin, bu veya başka bir meseledeki durumlarına karşı, istifhamı inkari (bir şeyi soru sorma sureti ile kabul etmemek) şeklinde bir sual serdediyor:
"Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da seni hakem tayin ediyorlar ve sonra da bundan yüz çeviriyorlar?"
Bu, Resulullah'ın hükmüne baş vurmalarına karşı reddedilen büyük bir reddiyedir. Resulullah, Allah'ın hükmü ve şeriatı ile hükmediyor. Halbuki onların ellerinde de Tevrat var. Tevrat'ta da Allah'ın hükmü ve şeriatı mevcut. Resulullahın hükmü ile Tevrat'ın hükmü, birbirinin aynı... Zaten Kuran onu tasdik edici ve ona şahit olarak gönderilmiştir. Önce baş vuruyorlar, sonra da verilen hükümden yüz çeviriyorlar...Bu yüz çevirme ister o hükmü kabul etmemek şeklinde, ister ondan memnun olmamak tarzında tezahür etsin, netice aynıdır...
Fakat ayet, bu noktada durmuyor ve onların durumları hakkında İslamın hükmünü beyan ediyor:
"Onlar inanan kimseler değillerdir."
İmanla, Allah'ın şeriatının hükmünü terketmeyi veya bu şeriatın hükmüne razı olmamayı birleştirip telif etmek mümkün değildir. Kendilerinin veya başkalarının "mümin" olduğunu iddia eden, sonra da hayatlarında Allah'ın şeriatı ile hükmetmeyen veya aleyhlerine tatbik edildiği zaman onun hükmüne razı olmayanlar, yalan bir iddia ileri sürüyorlar... Onların iddiaları; (mealen) 'onlar, inanan kimseler değillerdir' hükmüne aykırı düşüyor. Bu husustaki mesele, sadece hakim ve idarecilerin Allah'ın şeriatı ile hükmetmemeleri meselesi değildir. Bilakis idare edilenlerin de bu hükme razı olmamaları mevzubahistir. Bu hal, onların hepsini iman dairesinden çıkarır. Dilleriyle imanı iddia etseler dahi...
Bu ayet, Nisa suresindeki şu ayetle tetabuk (uygun düşmek) etmektedir:
"Öyle değil, Rabbin hakkı için, onlar, aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkça, verdiğin hükümden dolayı hiçbir sıkıntı duymadan sana bütün teslimiyetleriyle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar" (Nisa 65)
Her iki ayet, idare edenlerle değil, idare edilenlere taalluk etmektedir. Her ikisi de, onları iman dairesinden çıkarmaktadır. Allah ve Resulünün hükmüne razı olmayan, hükmü kabul etmeyip yüz çeviren insanlardan iman sıfatını kaldırmaktadır.
Dersin başında da söylediğimiz gibi, işin sonu şuraya varıyor: Bu mesele; Allah'ın uluhiyetinin (ilahlık), rububiyetinin (rablık) ve beşeriyet üzerindeki hakimiyetinin ikrarı veya reddi meselesidir. Allah'ın şeriatını kabul etmek ve O'nun hükmüne rıza göstermek, uluhiyetin, rububiyetin ve hakimiyetin ikrarıdır. Bu şeriatı ve onun hükmünü kabul etmemek de, uluhiyeti, rububiyeti ve hakimiyeti reddetmektir.
Bu; hayatlarında ilahi şeriatın hükmünü kabul etmeyen idare edilenler için Allah'ın koyduğu hükümdür... Şimdi de bütün semavi dinlerde mevcut olan Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyen idareciler için koyduğu hüküm geliyor. (bkz. "Seyyid Kutub - Fi Zılalil Kuran - Maide Suresi Tefsiri 44-45" başlıklı içerik)
Seyyid KUTUB
1: Bkz "İslam ve Medeniyetin Problemleri"
2: Bkz "İslam Düşüncesinin Özellikleri","Din Dediğin Budur","İstikbal İslamındır"
2: Bkz "İslam Düşüncesinin Özellikleri","Din Dediğin Budur","İstikbal İslamındır"
3: Tazir: Hakkında belirli bir şeri ceza bulunmayan suçlar hakkında yetkililer tarafından suçlulara verilen dayak, hapis, azarlama gibi cezalar.
Ayrıca, "Seyyid Kutub - Fi Zılalil Kuran - Maide Suresi Tefsiri 44-45" yazımızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.